herkesin bir şarkısı olmalı

6 Şubat 2011 Pazar

FOTOĞRAFLARIMA BAKARAK BENİ ANLAYIP TANIYABİLİRMİSİNİZ?


VİRGİNİA WOOLF ŞÖYLE YAZMIŞ:


Bir kadının yaşantısının geniş kıtalarına,bir kılıcın gölgesi "düşer".Bu kılıcın bir tarafında"hepsi doğru"olan töre,gelenek ve düzen yer almaktadır.Fakat kılıcın diğer tarafında,eğer onu geçecek ve töreye uymayan bir yaşam seçecek kadar çılgınsanız"herşey karmaşadan ibarettir!hiç birşey sıradan bir yol izlemez"onun argümanı o kılıcın gölgesini geçmenin bir kadına çok daha ilginç bir var oluş sunabileceği ama bunun aynı zamanda daha tehlikeli olacağına bahse girebileceğinizdir.




   Nasıl anlatmaya başlar insan kendini,kendimi beğenmiş gözüyle bakarlarmı bana ?Düşünüp bekliyorum bir müddet.Ama uzun süren bir bekleyiş olmuyor,çünkü herkes kendini anlatmalı bu hayatta, yazdıklarıyla ve yaptıklarıyla.İlla ki kitap haline getirip hayatınız üzerinden milyonlar kazanmak zorunda değilsiniz,sadece kitapların içinde okuduğunuz kahramanlar  kadar şans vermelisiniz kendinize.Sana ait olan hayatı okumalısınız bir bir temiz sayfalardan neden aramadan soru sormadan.Hayatınızı dramatize edipte ne kendinizi nede okurlarınızı sıkmayın,yakaladıklarınızı mutluluklarınızı yansıtın seçtiğiniz temiz sayfalara.Ve beni yazdıklarımla anlayın.
yaş günlerimde hissettiklerim:
"Yaşantımız da yansıtıklarımızın çoğunluğu kendimize ait olmayan, toplum kuralları doğrultusunda, yapmak zorunda olduklarımız dır. ama ben hayatın bu zorlu kısmında biraz asiliğim biraz da yaşamın bana vermiş olduğu güçle toplum kural.Her keste olduğu gibi benimde yaşantımda Pişmanlıklarınız, üzüntüleriniz ,mutluluklarınız başarılarınız herşeye sahip oluyorsunuz ama en güzeli sevgiyle sarıldığınız aileye ,dostlara,arkadaşlara akrabalara sahipsiniz.ne olursa olsun mücadeleniz kazanıyor.bugün sadece yaş günüm olarak önemli değil bugün gerçekten ne kadar değerli şeylere sahip olduğumu gördüğüm için daha önemli, bugünüm de duyduğum tüm güzel sözlere ve sahiplerine çok teşekkürler.

Hayatıma bir üniversite alarak ilerlemeyen kadınlardanım: 
bazen okumak için dört duvar arasın da ki sana verilen kitaplarla sınavlarla değil de kendi bulduğun kendi yaşadığın konulardan başlayıp okuyup kendini sınav ediyorsun duvarlarını yıkıp dışarıyı görüyorsun ve bu yorumum elbette ki okumasın aman kimse değil, imkanı olanlar olmayanlar herkes seçimi o yönde ise okumalı okutulmalı asla pes etmemeli sonuna kadar gitmeli ,ama ben çocukluğum dan itibaren böyle üniversite okuyum bir memur doktor öğretmen oluyum demedim ben neşeli bir insan olmak istedim

SEVDİĞİ TARİHİ KİŞİLİK: Mustafa Kemal ATATÜRK

SEVDİĞİYAZAR                  :Aziz NESİN, Mina URGAN,Uğur MUMCU,Judith MCNAUGHT,                        Sophıe KINSELLA, Maeve BİNCHY                                           

EN SEVDİĞİ KİTAP:                       Gazap ÜZÜMLERİ                                                         

TAKİP ETTİĞİ DERGİLER      :     CNBC-E,RED DERGİSİ,PENGUEN.


                             

İZLERKEN AĞLADIĞI FİLM:       İhtiras rüzgarları

   EN SEVDİĞİ FİLM:KADIN KOKUSU

 
MASKOTU:Oburiks




SEVDİĞİ DİZİ KARAKTERİ :SIDIKA

SEVDİĞİ HAYVAN: Kaplumbağa ve karınca

SEVDİĞİ TAKISI: Kaplumbağa yüzüğü

EKSİKLİĞİNİ HİSSETTİĞİ ŞEYLER: Kitaplar ve defteri.

HİÇ VAZGEÇEMEDİĞİ  EN KÖTÜ HUYU: Sofrayı jerry gibi alıp toplaması

ÇOCUKLUĞUNDAN KALAN HUYU: Yalın ayak sokaklarda gezmek.

SEVDİĞİ ŞARKI: Sevmek zamanı-OYA BORA

SEVDİĞİ KLİP: Maksim-kolibre

AKTRİST: Gülşen BUBİKOĞLU,Julia ROBERTS









ONU SINIRSIZ GÜLDÜREN ÜNLÜLER:Kemal SUNAL ve Jım CARREY

















AKTÖR: Tarık AKAN,AL PACİNO

                                              




HAYATIN İÇİNDEN KADINLAR

ANNEM

Onun gibi güçlü olamadım hiç bir zaman.Evet onun gücü bam başkaydı.O kadar çok tanık olmuştum ki hayatla baş edişine,kendi hayatı için mücadele verdiği zamanlar da,ben hayattan koptuğum zamanlarda da benim hayatım için mücadele ediyordu.Annem'e benim için yaptıklarının karşılığını nasıl veririm bunu hiçbir zaman düşünmemiştim,çünkü bütün anneler koşulsuz karşılıksız öyle tatlı seviyordu ki çocuklarını.Ama ben annemi mutlu etmenin, ona koşulsuzca bana verdiği sevginin karşılığı vermenin ve gözlerinde ki mutluluğu büyütmenin onu sonsuza kadar sevmek ve benim çok mutlu olduğumu göstererek yaşamıma devam etmek olduğunu öğrendim,ve ben onu çok seviyorum.  Keşke annem annelerimiz de hayatını doyasıya bizlere feda etmeden yaşasaydı, ama ne zaman bu konu üzerinde konuşuyor olsak bana kızardı,zamanla anladım ki her dönemin kadınları farklı farklı yetişiyordu.Fedakar olarak,kendini bütün aile eş dost için parçalayarak,evli olduğun insana bile ömrünü hiç birşey istemeden harcayarak.Ve benim dönemim ben zamanla anneme bu konuda benzemediğimi fark ettim,evet kendimi onlar için feda eder sonsuza kadar yanlarında olur ve korurum,ama bunu yaparken kendi hayatımı da unutmadan,kendime de zaman ayırıp benim için doğru olmayan şeylere boyun eğmeden karşı çıkarak yapardım.Benim içn doğru olan herkes eşit yaşamalıydı.Ama annem gerçekten bütün yaşamını feda etmişti.


Her gününü benim için bizim için feda annem







 Heykelin yüreği: Camille Claudel
“Aradığı altın kendi içindeydi…”

                                                      
     

"Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler. Duygusuz yavan insanlar.
 Bu benim ruhum en kutsal varlığım...
 Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım..
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı..
Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum..."

Günümüzde sanat eğitimi, eskisine göre daha rahat koşullarda veriliyor, ama 100 yıl öncesine kadar durum hiç böyle değildi. Heykeltıraş olmaya karar verdiğinizde önce ailenizi buna binbir güçlükle ikna etmeniz, ardından heykel eğitimi veren okula yeteneğinizi kabul ettirebilmek için inanılmaz zor aşamalardan geçmeniz gerekiyordu. Hadi diyelim hepsini başardınız ve heykeltıraş oldunuz. Esas zor olan kısmı bundan sonra başlıyordu; eğer çok şanslı değilseniz bütün yaşamınızı elektrik-su tesisatı bozuk, karanlık, rutubetli atölyelerde yarı aç yarı tok geçirmeye razı olmak zorundaydınız. Ama eğer bir de kadınsanız, bütün bu sorunlar ikiye katlanıyor, çok daha fazla çalışmanız, çok daha cesur ve çok daha dayanıklı olmanız gerekiyordu.
O yıllarda pek çok sanatçı bu zorlukları göze almışlar, yılmamışlar ve bugün hayranlıkla izlediğimiz eserler yapmışlar, ama bunu başarabilen kadın sanatçı sayısı pek fazla değil. Ancak sanat tarihine adını altın harflerle yazdırmış olan bir kadın var ki yaptığı olağanüstü heykellerden bahsetmemek bilmeyenler için büyük bir eksiklik olur.

“Bütün istediğim heykel yapmak, sonsuza dek…”

Camille, 8 Aralık 1864’te Fransa’da orta halli bir ailenin kızı olarak doğar ve Paris’in dışında küçük bir şehirde, ağabeyi Paul (sonradan büyük şairlerden Paul Claudel olacaktır kendisi) ve küçük kız kardeşi Louise ile büyür. Çocukluğunda bütün yaptığı evlerinin bahçesindeki çamurlarla oynamak, kedi, köpek, kuş, insan heykelleri yapmak ve annesinden bol bol azar işitmektir (O yıllardaki anneler de çamurlu giysilerden pek hoşlanmıyorlardı galiba).
Büyüdükçe çamura ve heykellere olan ilgisi çocukça bir heves olmaktan çıkar ve giderek ciddileşmeye başlar. O yıllarda resim ve heykel yapan kadın sayısı o kadar azdır ki hiç kimse Camille’in bu işi sürdürmek isteyeceğini düşünmez, ama o henüz 13 yaşındayken “Bismarck”, “Napoleon 1” ve “David ve Goliath” heykellerini yapacak kadar kararlıdır. Böylece Claudel ailesi için “Ne olacak bu işin sonu?” çanları çalmaya başlamıştır.
Annesi kızının bu yeteneğini asla kabullenemez. Zaten annesiyle hayatı boyunca hiçbir konuda iyi anlaşamaz Camille. Annesi için pek de ideal bir genç kız modeli değildir, hele de o yılların erkek ve kadın rollerini son derece başarıyla sindirmiş olan kız kardeşi Louise ile kıyaslanınca. Babası ise, son derece ciddi ve otoriter bir adam olmasına rağmen kızının heykele olan yeteneğini sonuna kadar destekler. Hatta kızının bu konuda iyi bir eğitim alması için ailesini alıp Paris’a yerleşmeye karar verir.
Böylece 1881 yılında Paris’e yerleşen Camille, burada kız öğrenci kabul eden az sayıdaki akademilerden birine, Colarossi Akademisi’ne yazılır. Üç arkadaşıyla birlikte bir stüdyo kiralayan Camille, bir süre sonra dönemin iyi heykeltıraşlarından Rodin’in öğrencisi olur (1883). Bu tanışma hayatının dönüm noktasıdır, çünkü bir süre sonra Rodin’in sevgilisi ve sonra da en büyük rakibi olacaktır.
Dalga (Bronz-Onix) -                                                         1900 Denizkızı (Bronz) -
                                   1904 Geveze Kadınlar (Bronz) - 1897 
Rodin bu göz kamaştırıcı yetenekten çok etkilenir. Artık hayatında en az kendisi kadar yetenekli bir ilham perisi vardır ve birlikte pek çok işlere imza atarlar. O dönemde Rodin Cehennemin Kapıları adlı unutulmaz eserini yapar. Rodin’in bu eseri Camille’in yoğun etkisi ve yardımıyla yaptığı, hatta Rodin’in, başarısının büyük bir kısmını Camille’e borçlu olduğu söylenir. Doğrusu çok da tuhaf gelmiyor bize, zira Rodin en unutulmaz eserlerini Camille’le birlikte olduğu yıllarda yapmıştır. İki büyük yeteneğin bir araya geldiğinde olağanüstü işler çıkarmalarından daha normal ne olabilir ki zaten?
“Aradığı altın kendi içindeydi…”
1890’lara gelindiğinde Camille artık yeteneğiyle nam salmış olan ve sanat çevreleri tarafından saygı gören bir sanatçıdır. Ama mesleğini Rodin’in kanatları altında sürdürme hali Camille’in bağımsız ve güçlü kişiliğine çok uyan bir durum değildir. Hele de bu ilişki sadece işle sınırlı kalmayan ve şiddetli aşk kavgalarına sahne olan tutkulu bir ilişkiyse. O dönemde yaptıkları heykeller ne kadar sağlam ve muhteşemse, ilişki de o kadar çatırdayan ve yıpratıcı bir hal almıştır.
1898’de bir yol ayrımına gelir Camille, yoluna artık tek başına devam etmesi gerekmektedir. Çok kolay bir ayrılık olmaz bu, Camille için hayatının en acı ve özlem dolu dönemi başlar. Fakat işin ilginç yanı Camille, "Vals", "Clotho", "Olgunluk Çağı", "Kayıp Tanrı", "Geveze kadınlar", "Sakuntala" gibi en önemli heykellerini, Rodin’le en büyük kavgalarını ve acılarını yaşadığı dönemlerde yapar (Aşkın gücü bu olsa gerek).
Yonttuğu heykeller inanılmaz iyidir, sadece hayranlık değil, düşmanlık da çekecek kadar etkileyicidirler; danseden çiftler, oynayan çocuklar, sohbet eden kadınlar, düşünen, gülen, acı çeken insanlar, hepsi de her an hareket edecekmiş, konuşacakmış gibi canlı dururlar.


Sakuntala (Alçı)-1888-                                                                                  1905 Vals (Bronz)-1891-

                                                    905 Oturan Adam (Çamur)-1888

Hatta denir ki “O yıllarda hiçbir heykeltıraş çamura Camille kadar can vermemiştir, hiçbir heykeltıraş taşı Camille kadar hissederek yontmamıştır.” Rodin’in de Camille için söylediği “Ona altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi” cümlesi sanat tarihinde söylenmiş en anlamlı ifadelerden biridir.


Olgunluk Çağı (Bronz) -                                                                              1898 Olgunluk Çağı (Detay)
Camille, ailesindeki erkeklerden ne kadar destek gördüyse, kadınlardan da o kadar köstek gördü diyebiliriz. Özellikle Rodin’le olan ilişkisi, Claudel kadınları için, heykeltıraş olmasından çok daha önemli bir sorundur. Annesi ve kız kardeşi Camille’den olabildiğince uzak dururlar, fakat babası ve Paul (kardeşinin en büyük hayranıydı kendisi) yaşadıkları sürece Camille’in sanatına ve sorunlarına sahip çıkarlar. Fakat ne yazık ki babası çok uzun yaşamaz ve Paul de diplomat olduğu için Uzak Doğu’ya yerleşir.
Camille 1898’den sonraki döneminde, hem bir kadın sanatçı olarak yaşadığı yüzyılı, hem de özel hayatındaki sorunları göz önüne aldığımızda, pek çok bakımdan yalnız kalır. Üstüne bir de karşılamakta zorlandığı maddi sorunlar eklenince Camille’in ruh sağlığı giderek bozulmaya başlar.
1906’da sinir krizi geçirdiği bir gecenin ardından eserlerinin pek çoğunu parçalar, bir kısmını da nehre atar. Bir süre sonra ciddi paranoya belirtileri gösterdiği ve akıl sağlığını kaybettiği gerekçesiyle ailesi tarafından, Rodin’in de desteğiyle bir hastaneye kapatılır. Bu noktada artık Paul Claudel bile kardeşine yardım edemez ve aynı hastanede 19 Ekim 1943’te yaşama veda eder.
Böylesine önemli bir sanatçının hayatının en verimli döneminde akıl hastanesine kapatılması ve tam 30 senesini heykelden uzak, çamura veya taşa elini sürmeden geçirmesi çok büyük bir haksızlık gibi geliyor bize. Ve garip bir şekilde Camille’in paranoyası bize de bulaşıyor: “Ailesi için utanç kaynağıydı, fazla özgürdü, fazla başına buyruktu, fazla heykel yapıyordu, Rodin içinse fazla tehlikeliydi, yaptığı eserlerin bazılarının Camille’e ait olduğu iddiası almış yürümüştü, artık Camille onun için ilham kaynağı değil, sanatına inen bir gölgeydi, sanat çevresi içinse dili fazla uzundu, fazla konuşuyordu, fazla doğrucuydu…”
Artık bütün bunların bir anlamı yok. Camille ve yaşamında adı geçen diğer isimler artık yoklar. Ama Camille’in giderken bize bıraktığı çok önemli başka şeyler var, heykelleri. Sanatı elinden alınmış olabilir, ama geride bıraktığı heykeller onun adını sanat tarihine altın harflerle kazıdı bile, işte onu silmek pek kolay değil.


Oysaki o, ölene kadar heykel yapmak istediğini söylemişti bir keresinde. Kardeşi Paul'a yazdığı mektupta hastanede oluşuyla ilgili şunları yazdı;

''akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi... Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği birlahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar...

Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar...

Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor, kafasında bir tek düşünce vardı zaten kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam, bunu engellemek için de yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım... Her bakımdan başarıya ulaştı işte!

Bu esaretten çok sıkılıyorum...eve hiç dönemeyecek miyim, paul?''

                                                        
                                                TÜRKAN SAYLAN


Saylan, 13 Aralık 1935 İstanbul'da dünyaya geldi. Cumhuriyet döneminin ilk mütahhitlerinden Fasih Galip Bey ile evlendikten sonra müslüman olup Leyla adını alan İsviçreli Lili Mina Raiman çiftinin beş çocuğunun en büyüğüdür. 1968 yılında İÜ İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı’nda Başasistanlığa başlamıştır. 1971’de İngiliz Kültür Heyeti’nin bursuyla İngiltere’de ileri eğitim görmüş, 1974 de Fransa’da 1976’da yine İngiltere’de kısa süreli çalışmalar yapmış, 1972’de doçent, 1977’de profesör olmuştur. 1982 – 1987 yılları arasında, İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığı’nı, 1981 – 2001 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü’nü yürütmüştür. 1990’da oluşturulan “İÜ Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi”nin kuruluşunda görev almış ve 1996’ya kadar Müdür Yardımcılığı ile Kadın Sağlığı derslerinin koordinatölüğünü yapmıştır. Dermatoloji kliniğinin öğretim üyesi olarak 2002 yılı sonuna kadar çalışmış ve 13 Aralık 2002 tarihinde emekli olmuştur.
1976 yılında lepra (cüzzam) çalışmalarına başlamış, Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı’nı kurmuştur. 1986’da kendisine Hindistan’da “Uluslararası Gandhi Ödülü” verilmiştir. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün Lepra konusunda danışmanlığını yapmıştır.
Uluslararası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesi ve Başkan yardımcısıdır. Avrupa Dermato Veneroloji Akademisi’nin ve Uluslararası Lepra Derneği’nin üyesidir. Dermatopatoloji Laboratuvarının, Behçet Hastalığı ve Cinsel İlişkiyle Bulaşan Hastalıklar Polikliniklerinin kurulmasında yer almıştır. 1981-2002 yılları arasında 21 yıl, gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliği’ni yapmıştır.
1989’da, bir grup Atatürkçü aydın tarafından devrim yasalarını ve laik düzeni koruyup geliştirmek amacıyla oluşturulan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) kurucularındandır ve halen Genel Başkanlığını yürütmektedir.
14 Nisan 2007 Ankara-Tandoğan ve 29 Nisan 2007 İstanbul-Çağlayan Cumhuriyet mitinglerinin organizasyonunda ve icrasında bulunmuştur.
1990’da oluşan “Öğretim Üyeleri Derneği”nin kurucusudur ve ilk dönem II. Başkanlığını yapmıştır.
1995’de mezun olduğu lise için oluşturulan Kandilli Kız Lisesi Kültür ve Eğitim Vakfı'nın (KANKEV) üyesidir.
1995’de kurulan Türkiye Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı (TÜRKÇAĞ)’nın kurucusu ve başkanıdır. Birçok mesleki ve sosyal derneğin üyesidir.
Gönüllü kuruluş olarak; ÇYDD’nin Genel Başkanlığını, TÜRKÇAĞ ve KANKEV Vakfı Başkanlığı ile Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı Başkanlığı’nı, sürdürmektedir.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 31 Mart 2000 tarihinde Sosyal Hizmetler Danışma Kurulu üyeliğine seçilmiştir. Halen bu görevi sürdürmektedir.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından 2 Şubat 2001’de YÖK üyeliğiyle görevlendirilmiş ve bu görev Şubat 2007’de bitmiştir.
2003 – 2004 arasında Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu üyeliği ve İstanbul İl İnsan Hakları Kurulu üyeliklerinde bulunmuştur.


Akademisyenliği
1968 yılında İÜ İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı’nda Başasistanlığa başlamıştır. 1971’de İngiliz Kültür Heyeti’nin bursuyla İngiltere’de ileri eğitim görmüş, 1974 de Fransa’da 1976’da yine İngiltere’de kısa süreli çalışmalar yapmış, 1972’de doçent, 1977’de profesör olmuştur. 1982 – 1987 yılları arasında, İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığı’nı, 1981 – 2001 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü’nü yürütmüştür. 1990’da oluşturulan “İÜ Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi”nin kuruluşunda görev almış ve 1996’ya kadar Müdür Yardımcılığı ile Kadın Sağlığı derslerinin koordinatölüğünü yapmıştır. Dermatoloji kliniğinin öğretim üyesi olarak 2002 yılı sonuna kadar çalışmış ve 13 Aralık 2002 tarihinde emekli olmuştur.

Bilimsel Çalışmaları
1976 yılında lepra (cüzzam) çalışmalarına başlamış, Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı’nı kurmuştur. 1986’da kendisine Hindistan’da “Uluslararası Gandhi Ödülü” verilmiştir. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün Lepra konusunda danışmanlığını yapmıştır. Uluslararası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesi ve Başkan yardımcısıdır. Avrupa Dermato Veneroloji Akademisi’nin ve Uluslararası Lepra Derneği’nin üyesidir. Dermatopatoloji Laboratuvarının, Behçet Hastalığı ve Cinsel İlişkiyle Bulaşan Hastalıklar Polikliniklerinin kurulmasında yer almıştır. 1981-2002 yılları arasında 21 yıl, gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliği’ni yapmıştır.

Bilimdışı Çalışmaları
ÇYDD
1989’da, bir grup Atatürkçü aydın tarafından devrim yasalarını ve laik düzeni koruyup geliştirmek amacıyla oluşturulan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) kurucularındandır ve halen Genel Başkanlığını yürütmektedir.
Cumhuriyet Mitingleri
14 Nisan 2007 Ankara-Tandoğan ve 29 Nisan 2007 İstanbul-Çağlayan Cumhuriyet mitinglerinin organizasyonunda ve icrasında bulunmuştur.
Öğretim Üyeleri Derneği
1990’da oluşan “Öğretim Üyeleri Derneği”nin kurucusudur ve ilk dönem II. Başkanlığını yapmıştır.
Diğer STK Çalışmaları
1995’de mezun olduğu lise için oluşturulan Kandilli Kız Lisesi Kültür ve Eğitim Vakfı (KANKEV)nın
1995’de kurulan Türkiye Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı (TÜRKÇAĞ)’nın kurucusu ve başkanıdır.
Birçok mesleki ve sosyal derneğin üyesidir.

Devam Eden Aktif Görevleri
Gönüllü kuruluş olarak; ÇYDD’nin Genel Başkanlığını, TÜRKÇAĞ ve KANKEV Vakfı Başkanlığı ile Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı Başkanlığı’nı, sürdürmektedir.
Cumhurbaşkanları ile İlişkileri
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 31 Mart 2000 tarihinde Sosyal Hizmetler Danışma Kurulu üyeliğine seçilmiştir. Halen bu görevi sürdürmektedir.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından 2 Şubat 2001’de YÖK üyeliğiyle görevlendirilmiş ve bu görev Şubat 2007’de bitmiştir.
Diğer Görevleri
2003 – 2004 arasında Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu üyeliği ve İstanbul İl İnsan Hakları Kurulu üyeliklerinde bulunmuştur.
Ödülleri
1996’da İstanbul Üniversitesi kendisine “Atatürk İlke ve Devrimleri” ödülünü vermiştir.
İngiltere dermatologlarının derneği olan Dowling Kulübü (1978) ve "Kuzey Amerika Klinik Dermatoloji Derneği" (1996) tarafından onur üyesi seçilmiştir. Bugüne kadar çok sayıda ödüle layık görülmüştür.
“Atatürk İlke ve Devrimleri Ödülü” İstanbul Üniversitesi (1996)
“Ülkemizde Yılın Kadını Ödülü” (1990)
“Melvin Jones Ödülü” (1991)
“Atatürkçü Düşünceye Hizmet Ödülü” İncirli Lions (1996)
“Kuvayi Milliye Ödülü” Haliç Rotary (1997)
“Fahrettin Kerim Gökay Ödülü” Türk Lions Vakfı (1997)
“Türkiye Ziraatçiler Birliği Dayanışma Ödülü” (1998)
“75. Yıl Ödülü” Türk Kadınlar Birliği Şişli Şb. (1998)
“Uğur Mumcu – Muammer Aksoy Ödülü” ADD İstanbul Şubesi (1999)
“Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi Onur” ödülü (2000)
İtalya “Foyer des Artistes Kurumu Ödülü” (2001)
Cüzzamlı Hastalara verdiği uzun süreli hizmet ve getirdiği bakış açısı nedeniyle “Hasta ve Hasta Yakını Hakları Derneği 2001 Yılı Ödülü”
“Atatürk Ödülü” Amerika / Atatürk Topluluğu (2001)
“Sanat Kurumu Onur Ödülü” (2002)
“Atatürk / Çağdaşlık Ödülü” Dünya Atatürkçü Kuruluşları (10 Kasım 2003)
“Üstün Hizmet Ödülü” Yıldız Teknik Üniversitesi (2004)
Eğitim yaptığı katkılar nedeniyle “Eğitim Ödülü” TED Koleji
“Kendinden once hizmet” ilkesine örnek davranışı nedeniyle “100. Yıl Mesleki Başarı Ödülü” Rotary Kulübü
“İnsan Hakları Ödülü” İzmir Karşıyaka Belediyesi (2004)
“Türkiye’nin En İyi Eğitimcisi” Ödülü - Tempo Dergisi (2004)
Kültür Üniversitesi’nin İstanbul genelindeki üniversitelerin öğrenci ve öğretim üyeleri arasında yaptığı anket sonucunda “Yılın En Yürekli Kadını Ödülü” (2004)
“Puduhepa Ödülü” - Adana Kütür Sanat Derneği (2005)
“Meslek Hizmetleri Ödülü” Ankara Emek Rotary Kulübü (Ekim 2005)
“Toplumsal Barış Ödülü” Barış Radyo
“İnsan Hakları, Demokrasi, Barış ve Dayanışma Ödülü”
SODEV Sosyal Demokrasi Vakfı (2005)
“İyi Kalpli Ol Ödülü” Türk Kalp Vakfı (2006)
“Yılın Başarılı İş Kadınları Ödülü” Dünya Gazetesi (2006)
“ÇEK Eğitim Ödülü”, Çağdaş Eğitim Kooperatifi (2006)
 "Türkan Saylan koca bir hayat çınarı. Güçlü, iradeli, çalışkan, her şeye vakit bulabilecek kadar da zamanın hakimi. Yaşama her neyle tutunuyorsa, öyle berrak, öyle özendirici ki... Onun yanında daha bir güvende, daha bir güçlü hissediyor insan kendini. Etrafındakilere umut saçıyor, umutsuzluğun tüm bulaşıcılığına inat. Kanserle mücadelesinde hep bir adım önde: Çünkü ondan da korkmuyor, hayatta hiçbir şeyden korkmadığı gibi. Yaşama bağlılığının mayasını insanlara duyduğu sevgiden, sağlıklarına kavuşturduğu hastalarından, hayata kazandırdığı gençlerden ve eğittiği öğrencilerinden alıyor. Çalışmalarına sıkı sıkıya bağlı. Yaşlılığını üretkenliği ile ölçüyor...

O, yaşarken iz bırakan kadınlardan. Ne profesör unvanını, ne akademik kariyerini umursuyor. Onlar sadece insanlara daha iyi hizmet edebilmek için birer araç. Lider olmak gibi bir derdi yok.... Korkuların hayallerini boğmasına izin vermedi. O yüzden hala ayakta ve muhalif..."